29 Ekim 2013 Salı

Kıyamet başladığında insanoğlu nelerle karşılaşacak?


Kıyamet başladığında insanoğlu nelerle karşılaşacak?
Kıyamet günü insanoğlunun dünyadaki son günüdür.

Kıyametin anlatıldığı filmlerde hep bir umut var. İnsanlar dünyayı saran büyük felaketten kurtulup bir uzay gemisi ile başka bir gezegene gidiyorlar. Tabii bunlar yalnızca seneryodan ibaret. Kıyamet gününden kurtulmak için Şirince köyüne saklananlar, bir dağın içinde kıyamet ambarı kurup tohum biriktirenler, kıyamet günü bir uzay gemisine binip başka gezegene gidebileceğini düşünenler... Bütün bu Kuran’da kıyamet ile ilgili ayetleri bilmeyen ve kıyamet gününü tam anlamıyla kavrayamayan insanlara sesleniyorum: Kıyamet günü tam anlamıyla dünyanın yok olacağı bir gündür! Kıyamet gününden sonra artık dünyada yaşam asla mümkün olmayacaktır. Büyük bir göktaşının çarpmasıyla yeryüzünde başlayacak çok büyükdepremler, her yeri saran ateş, kavurucu sıcaklık, zehirli gazlar dünyayı çok kısa bir sürede darmadağın edecektir. Öyle ki artık uzayda dünya diye bir gezegen kalmayacaktır.
Kıyamet günü yaşanacaklar Kuran’da birçok ayetle çok detaylı tarif edilmiştir. Bu ayetleri bilen insan yeryüzünde artık bir yaşam umudunun kalmayacağını çok net bir şekilde görebilir.
Kıyamet günü Kuran'da haber verildiği üzere, "İnsanların, alemlerin Rabbi için kalkacağı gündür." (Mutaffifin Suresi, 6). O gün, canlılarla birlikte tüm evrenin yok olduğu dehşetli bir gündür. Bu yokoluş, şimdiye kadar hiçbir yerde görülmemiş olaylar sonucunda gerçekleşecektir. O gün, insanların, hayvanların, var olan herşeyin, kısaca kainatın ölüm günüdür. O gün, Allah'ın yüce kudretinin açıkça görüldüğü ve insanların tümü tarafından idrak edildiği gündür. O gün, inkarcılar için dehşet, korku ve acı dolu bir gündür. O gün, daha önce yaşanmamış bir pişmanlık, korku ve aşağılanmanın hissedileceği gündür. Kıyamet Sur'a üfürülmesiyle başlar:
Sur'a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür. (Kaf Suresi, 20)
Sur'a üfürülmesi, Allah'ın Kuran'da vaat ettiği kıyamet saatinin artık gelip çattığının haberidir. Bu ses dünya hayatının bitişinin ve ahiretin başlangıcının sesidir. Dünyada kaldığı süre boyunca bu büyük günde göreceklerine karşı haberdar edilen ve vereceği hesap ile uyarılıp korkutulan herkes artık kendilerine vaat edilen gerçekle karşı karşıyadırlar. Hiç beklenmedik bir anda duydukları bu ses daha önce duyulan seslere hiç benzemeyen bir sestir. İnsanlar, kendilerine verilen sürenin son bulduğunu bu işaretten anlayacaklardır. Bu ses, küfre sapanların sonsuza kadar kesintisiz olarak yaşayacakları korku, dehşet ve yılgınlık dolu, zorlu bir günün başladığının habercisidir.
Dünya üzerinde var olan düzenin çekici süsüne kanarak ona sımsıkı bağlananlar, Allah'ın varlığı ve birliği gerçeğine karşı kördürler. Bütün bunların yaratıcısını, yaratılışını ve bir sona doğru hızla ilerlediğini asla düşünmeden sadece aldandıkları bu görüntü ile sözde mutlu olur, yetinirler. Oysa onları yanıltan bu kusursuz düzen, herşeyin sahibi olan Allah'ın eseridir. Allah'ın yarattığı bu görkemli sistem, yine onun tek bir emriyle akıllara durgunluk verecek şekilde son bulacaktır. İşte böyle bir gün ile kesin olarak karşılaşmayacakları zannında olanlar, Sur'un sesiyle bu gafletten aniden uyanacaklardır. Ancak bu uyanış faydasızdır, çünkü artık Allah ve ahiret adına birşeyler yapmak için çok geçtir.
Geç kalınmıştır, çünkü bazı insanlar bir imtihana tabi oldukları dünya hayatını, ahiretin varlığını umursamadan boş bir çaba uğruna harcamışlardır. Ahirete inanmayan insanların böyle bir anlayışa sahip olabilmelerinin arkasında çok özel bir çaba yatmaktadır. Bu çabanın da mahiyeti ve karşılığı oldukça büyüktür. Temelindeki sebep, dünyadaki bu sınırlı yaşamla tatmin bulmak, daha öncesini veya sonrasını mümkün olduğunca düşünmemektir. Bu anlayış, dünya hayatının geçici zevklerine dalarak ne için yaratıldığını unutmayı da beraberinde getirir. Dolayısıyla, insanların çoğu niye yaşadıklarını, niçin yaratıldıklarını, Yaratanın kendilerinden neler istediğini ve neden ölümün var olduğunu düşünmeden bir ömür geçirirler. Ölüm bildikleri birşeydir, ama ölüm gerçeğinin kendilerine, üzerinde düşünmeleri gereken bu gibi soruları da getireceğinin farkındadırlar.
Bunun için mümkün olduğunca bu fikirden uzaklaşmaya bakarlar. Oysa insanın yaratılışının ve dünya üzerindeki kısa yaşamının tek sebebi, yalnızca Allah'a kulluk etmektir. Ölümün yakınlığının, dünya hayatının kısalığının, sahip olduğu ve olmadığı herşeyin sadece imtihanın bir parçası olduğunun farkında olan insanlar, Kuran aracılığıyla insanlara tarif edilmiş olan gerçeklerle de mutlaka karşılaşacaklarının farkındadırlar. Dolayısıyla dünyadaki tek amacın "Allah için yaşamak" olduğunu kavrayabilmişlerdir. Bunu dünyada kavramak insan için büyük bir kazançtır. Böylece aldatıcı bir dünyadan uzaklaşmakta, tek gerçeğe, yani "ahirete" yönelmektedir.
Nefsinin, yani sadece zevklerinin, şehvetinin peşinden giderek hareket eden bir insanın en büyük isteği, içinde bulunduğu düzenin hep sürmesi, asla son bulmamasıdır. Aslında halinden pek de memnun değildir, çünkü yaşamında sürekli zorluklar ve sıkıntılar vardır. Ama şeytan binbir çeşit oyalama yöntemiyle kendisini aldatmakta, sürekli sıkıntı ve üzüntü çektiği bu yaşamı, sonsuz bir azaba inanmayı reddederek tercih etmektedir. Ancak, bir sabah işe giderken, veya bir gece vakti hırslarını ve beklentilerini ertesi sabaha erteleyip uyumaya hazırlanırken, birdenbire "Sur"un sesini duyan bir insanın ruh hali kuşkusuz çaresiz olacaktır. Sürdürmek istediği düzenin, kendisiyle birlikte son dakikaları gelmiş, bildiği halde inanmayı reddettiği bu muazzam gerçek kendisini aniden yakalamıştır. Hayat boyu kendisini koruyacağını sandığı sahte güçlere sığınmış bir insan için, o an yardım isteyebileceği kimse ya da sığınabileceği hiçbir yer yoktur artık. Çünkü müminler dışında herkes aynı durumdadır, çaresizlik içinde başlarına geleceklere teslim olmuşlar, dünya üzerinde o zamana kadar yaşamış olan tüm insanlar Allah'ın huzurunda toplanmışlardır:
Sur'a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) süzülüp-giderler. (Yasin Suresi, 51)
Sur'un sesi bir inkarcı için "hayatı boyunca kaçıp durduğu gerçeklerle karşılaşma" demek olduğu gibi, "artık yaptıklarını telafi imkanının ortadan kalktığı anı" da ifade eder. O an duyulan korku tarifsizdir, daha önce "ne görülmüş, ne duyulmuş" bir dehşet ve panik yaşanmaktadır. Dünyada yapılan tüm hataların bir telafisi olabilir ya da vakit geçtikçe bu hatalar unutulabilir. Ancak herşeyin sonunun geldiğini bildiren bu ses, yapılan hataların telafisi için artık vakit kalmadığının habercisidir. O gün Sur'un sesi, inkarcılara büyük bir korku getirecek ve her kişi karşılaştığı bu gerçeğe boyun eğecektir. Allah bu durumu Kuran'da şöyle haber verir:
Sur'a üfürüleceği gün, Allah'ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve her biri 'boyun bükmüş' olarak O'na gelmişlerdir. (Neml Suresi, 87)
Oysa insanların tümüne karşılaştıkları böyle bir günden evvel bu gerçek hatırlatılmıştır. Allah insanları, hem ayetleriyle hem de elçileriyle "geri dönüşü olmayan bir gün" gelmeden önce Kendisine yönelmeleri konusunda uyarmış, aksine bir tavır gösterenlere ise ölüm geldikten sonra yardım edilmeyeceğini bildirmiştir. Kuran'da beklemediği bir anda azap ile karşılaşan kişinin duyacağı pişmanlık ve kendisine hiçbir şekilde yardım edilmeyeceği gerçeği şu şekilde açıklanmıştır:
Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez Rabbinizden, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azab apansız size gelip çatmadan evvel. Kişinin (yana yakıla) şöyle diyeceği (gün): "Allah yanında (kullukta) yaptığım kusurlardan dolayı yazıklar olsun (bana) doğrusu ben, (Allah'ın diniyle) alay edenlerdendim." Veya: "Gerçekten Allah bana hidayet verseydi, elbette muttakilerden olurdum" diyeceği, ya da azabı gördüğü zaman: "Benim için bir kere daha (dünyaya dönme fırsatı) olsaydı da, ihsan edenlerden olsaydım" (diyeceği günden sakının). "Hayır, Benim ayetlerim sana gelmişti, fakat sen onları yalanladın, büyüklüğe kapıldın ve kafirlerden oldun." Kıyamet günü, Allah'a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok? (Zümer Suresi, 54-60)
Geçici bir çıkar uğruna tercih edilmiş olan dünya hayatı, Sur'un sesiyle artık son bulmaktadır. Bütün insanlar, kendilerine vaat edilenler ile karşı karşıyadır. Meydana gelen olayların gerçekliğinin insanlarda uyandırdığı korku ve dehşet çok büyüktür. Tüm insanlar aynı çağrıya uymakta, geri dönüşü olmayan gerçekle karşılaştıklarının farkına varmaktadırlar. Bu kuşkusuz büyük bir gündür ve bu büyük günde meydana gelecek olan olaylar için Sur'un sesi sadece bir habercidir.
Kıyamet günü dünyada yaşanacak olayları bundan sonraki yazımda sizlerle paylaşacağım.

10 soruda kainat nasıl yaratıldı? 2


10 soruda kainat nasıl yaratıldı? 2
Sorularla kainatın nasıl yaratıldığını anlatmaya devam ediyorum. Kainatta öyle müthiş bir düzen vardır ki, bu düzenin tesadüfen oluşması mümkün değildir. Mutlaka üstün bir gücün ve aklın evrendeki tüm noktalara belli dengeler koyduğunu görüyoruz. Bilim adamları işte bu dengeleri keşfediyorlar ve bu daha önceden belirlenen çok detaylı kanunları belli isimlerle adlandırıyorlar. Şimdi isterseniz konumuza devam edelim ve big bang ile bilgi vermeye devam edelim.
Big Bang'in ardından tüm evrende hakim olan düzenin sırrı nedir? Big Bang bir patlama olduğuna göre, beklenmesi gereken, bu patlamanın ardından maddenin uzay boşluğunda "rastgele" dağılması olacaktır. Bu rastgele dağılan maddenin evrenin belirli noktalarında birikip galaksiler, yıldızlar ve yıldız sistemleri oluşturması ise, bir buğday ambarına atılan bir el bombasının, buğdayları toplayıp, düzenli balyalara sarıp üst üste istiflemesi kadar "anormal" bir durumdur. Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle, bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade eder:
"Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir."
Gerçekten de Big Bang ile oluşan madde "olağanüstü" bir biçimde şekil ve düzen almıştır. Böyle bir düzenin oluşabilmesi ise bizi tek bir gerçeğe götürmektedir: Evrenin üstün kudret sahibi Allah tarafından kusursuzca yaratıldığına…
Big Bang'den sonra atom ve madde nasıl oluşmuştur? Big Bang'in ardından, şu an içinde yaşadığımız evrenin yapısını belirleyen "ölçüler" ortaya çıkmıştır ve bunlar tam olmaları gerektiği değerde belirlenmişlerdir.
Bu ölçüler, bugün modern fiziğin kabul ettiği "dört temel kuvvet"tir. Evrendeki tüm fiziksel hareketler ve yapılar, bu dört kuvvetin birbiri ile iletişimi ve dengesi sayesinde olur. Bunlar; yerçekimi kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvettir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler, sadece atomun yapısını belirlerler. Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler. Bu dört temel kuvvet, Big Bang'in sonrasında ortaya çıkmışlar ve evrene dağılan madde, bu dört temel kuvvete göre belirlenmiştir.

Dört temel kuvvetin değerleri biraz farklı olsaydı, evren sadece radyasyondan oluşabilirdi. Bir ışık karmaşasından ibaret olacak olan bu evrenin içinde de elbette galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve biz insanlar var olamazdık. Ama bu dört temel kuvvetin olağanüstü derecede kusursuz bir biçimde yaratılmasıyla, Big Bang'den sonra bugün "madde" dediğimiz şeyin temel yapıtaşı olan atomlar oluşmuştur.
Big Bang'e var olan denge neden önemlidir? Big Bang ile birlikte var olan madde, etrafa olağanüstü bir hızla yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Patlamanın bu ilk anında, bir de şiddetli bir çekim gücü vardır. Bu, evrenin tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir.
Dolayısıyla Big Bang'in ilk anında birbirine zıt olan iki güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen, maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıkmıştır. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne baskın çıksaydı, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökecekti. Eğer bunun tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla olsaydı, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşmeyecek şekilde savrulacaktı. Her iki durum da, canlılığın ve bizlerin var olamaması anlamına geliyordu. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmemiş ve evrenin genişleme hızının sahip olduğu son derece hassas değer sayesinde şimdiki evren ortaya çıkmıştır.
Big Bang modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı olurken, çok önemli bir işlev daha gerçekleştirmiştir. Önceleri ateist olan fakat yakın zamanda Allah'ın varlığını kabul eden felsefeci Anthony Flew'un ifadesiyle, Big Bang ile birlikte "Bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir gerçeği ispat etmiştir."
Dini kaynaklar tarafından savunulan bu gerçek, evrenin yoktan yaratıldığı gerçeğidir. Günümüzden tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda Kuran'da, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğu bildirilmiştir:

"O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya Suresi, 30)

Kuran'da yer alan bir başka bilgi ise, bilim adamlarının ancak 1920'lerin sonunda fark ettiği 'evrenin genişlemesi'dir. Hubble'ın, yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez ortaya çıkan bu gerçek, Kuran'da şöyle bildirilir:
"Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz." (Zariyat Suresi, 47)

Kısacası modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü evren materyalistlerin sandığının aksine, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur. Allah'tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir.
Big Bang, materyalizm yanılgısını nasıl çürütmüştür? Big Bang hakkındaki tüm bu gerçekler, bir 19. yüzyıl dogması olan materyalist felsefenin iddialarının 20. yüzyıl bilimi tarafından geçersiz kılındığının göstergeleridir. Materyalizm, herşeyi maddeden ibaret saymakla, maddeyi ortaya çıkaran ve düzenleyen bir Yaratıcı'nın varlığını reddetmiş, ama şiddetle yanılmıştır. Modern bilim, maddesel dünyada var olan kusursuz düzeni ve kainata hakim olan Yüce Allah'ın varlığını ispatlamaktadır. Evrende karşılaştığımız bu benzersiz yaratılış, canlılar dünyasında da görülmekte ve materyalizmin en büyük dayanağı sayılan Darwin'in evrim teorisi de bu nedenle çökmektedir.
Materyalizm asırlar boyunca pek çok insanı etkilemiş, hatta 19. yüzyılda "bilimsellik" maskesine bürünmüş olabilir. Ancak tüm bu bilimsel gerçekler doğrultusunda materyalizm, 21. yüzyılda bilime aykırı bir batıl inanış olarak tarihe geçmiştir.

10 soruda kainat nasıl yaratıldı? 1


10 soruda kainat nasıl yaratıldı? 1
Bugün biraz da bilimsel konulardan bahsedelim isterseniz. Evrimcilerin hiç cevaplayamadıkları bir soru bu: Kainat nasıl ortaya çıktı, ilk canlı nasıl tesadüfen oluştu? Evrimciler böyle sorulara tavanlara bakarak cevap verirler, tıpkı RichardDawkins’in yaptığı gibi. Ayrıca evrimciler canlılığın zararlı mutasyonlar sonucunda çeşitlendiğini iddia ederler ya, bakın Dawkins tek bir faydalı mutasyon örneği verirmisiniz, sorusuna nasıl cevap veriyor:
Şimdi konumuza dönersek, isterseniz önce bing bang teorisinin nasıl ortaya çıktığına bakalım:
1920'li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından çok önemli yıllardı. 1922'de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein'in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını fark etti. Meydana gelecek en ufak bir etkileşimin, evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann'ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.
Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları, önceleri çok ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında yaşanan bir gelişme, bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Bu, daha sonra "Big Bang" olarak adlandırılacak olan Büyük Patlama'nın gözlemsel bir deliliydi.
Big Bang tüm evrenin, tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini ortaya koyan bilimsel bir teoridir. Bilim adamlarının hesaplamalarına göre, şu an evreni oluşturan maddenin tümü, günümüzden yaklaşık 17 milyar yıl önce gerçekleştiği kabul edilen bu patlama ile "yoktan var" edildi ve olağanüstü bir denge içinde şekillendi.

Peki Big Bang (büyük patlama) nasıl keşfedildi? 1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.
Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı.Herşeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu.
Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya İngilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.
Big Bang teorisinin temeli olan "sıfır hacim" ne anlama gelmektedir?Aslında "sıfır hacim" bu konunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan "yokluk" kavramını ancak "'sıfır hacimdeki nokta" ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise "sıfır hacimdeki bir nokta", "yokluk" anlamına gelir. Evren de yokluktan var olmuştur. Diğer bir deyimle yaratılmıştır.
Big Bang'i kanıtlayan bilimsel bulgular var mıdır? Big Bang teorisi, kendisini destekleyen delillerin gücü nedeniyle, kısa sürede bilim dünyasında kabul gören bir teoridir. Bilim dünyası tarafından "Big Bang'in Zaferi" olarak kabul edilen gelişme ise 1948 yılında George Gamov adlı bilim adamının, Big Bang'e bağlı olarak bir tez ortaya sürmesi ile yaşanmıştır. Bu teze göre, evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, Big Bang'den sonra da bir radyasyonun oluşması gerekiyordu. Bu büyük patlama tüm evrende olduğu için oluşan radyasyon da tüm evrende ve eşit oranda dağılmış olmalıydı.
"Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı, bu radyasyon dalgalarını başka bir çalışma sırasında keşfettiler. Saptanan bu radyasyon, uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Diğerleri gibi belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Bu radyasyonun Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Penzias ve Wilson, Big Bang'in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazandılar.
Bu zaferi izleyen diğer bilimsel delillerle birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir kabul gördü. Scientific American dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli olarak genişliyordu ve Big Bang modeli, evrenin oluşumunu açıklayan teoriler içinde yüzyılımızın kabul görmüş tek modeliydi.
Uzaydaki hidrojen helyum oranı Big Bang teorisini ne yönde desteklemektedir? Big Bang'in önemli diğer bir delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerle anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta kaldığı teorik olarak hesaplanmış hidrojen-helyum oranına uymaktaydı.
Yıldızlar, içerdikleri hidrojen gazını nükleer tepkimeyle helyuma dönüştürerek enerji üretirler. Eğer evrenin bir başlangıcı olmayıp sonsuzdan geliyor olsaydı, yıldızlardaki tüm hidrojenin tamamen tükenmiş ve helyuma dönüşmüş olması gerekirdi. Fakat yıldızlarda bulunan hidrojen gazının henüz tükenmemiş olması ve bu gazı sürekli helyuma çevirerek enerji üretmeye devam etmeleri, evrenin sonsuz olmadığının ve bir başlangıcı olduğunun kesin bir kanıtını oluşturmaktadır.
Yazıma ikinci bölümde devam edeceğim.

Darwin’in Türk düşmanlığından kimsenin haberi yok mu?

Darwin’in Türk düşmanlığından kimsenin haberi yok mu?
Darwin şu anda yaşasaydı Türkler hakkında söylediği bu sözlerden utanç duyardı.

Geçen gün yazdığım “Amerika’da yaşanan okul katliamları Darwinist eğitimden kaynaklanmıyor mu?” başlıklı yazıma okurlardan çok fazla yorum geldi. Her nedense insanlar terörün, şiddetin, acımasızlığın Darwinist ideolojiyle nasıl bağdaştığını bir türlü anlayamıyorlardı.  Hâlbuki Darwin ne diyor: “Güçlü olan kazanır, zayıf olan ezilir, yok edilir.” Bu ideolojiye körü körüne uyan Hitler ari ırk oluşturma sevdasıyla insan çiftlikleri kurdurmuştu ve burada insanların kafatasları ölçülüyor, değişik deneylerle üstün ırkoluşturabilecekleri hayali kuruluyordu. Hitler evrim teorisinin topluma uygulayarak ve ırk üstünlüğünü öne sürerek çok fazla insanın ölümüne neden olmuştur. Bugün Almanya’da kendini üstün ırk olarak gören Naziler hala bu sapkın ideolojinin peşinden gidenlerdir.
Üstün ırk, aşağı ırk düşüncesi tam olarak evrim teorisinin toplumlara sosyolojik açıdan uygulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Darwin bizzat kendisi Türk milletini aşağı ırk gördüğünü, bir süre sonra elimine edilip yok edileceğini öne sürmüştür. Açıkça söylemek gerekirse Darwin tam anlamıyla Türk düşmanıdır. Bu videoda Darwin’inTürkler hakkında görüşü çok net bir şekilde anlatılıyor:
Darwin'in görüşlerini, özellikle de iç dünyasını ve yakın çevresi ile paylaştığı düşüncelerini en iyi yansıtan kaynak ölümünden altı yıl sonra oğlu Francis Darwin tarafından yayınlanan Life and Letters of Charles Darwin(Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları)adlı kitaptır. Bu kitapta Darwin'in çok sayıda mektubu vardır ve bu mektuplarda Darwin'in karanlık dünyası açıkça gözler önüne serilmektedir.
Kitapta yer alan mektuplardan bir tanesi ise, oldukça önemli siyasi mesajlar taşıdığı için büyük dikkat çekmiştir. Özellikle İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'na cephe aldığı, İngiliz başbakanı Gladstone'un"Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu'da yok etmeliyiz"1 gibi sözleri ısrarla tekrarladığı bir dönemde yayınlanan bu mektup kısa sürede önemli birpropaganda malzemesi haline gelmiştir. Çünkü Darwin'in bu mektuptaki çarpık fikirleri Gladstone'unkiyle aynı, hatta daha da fanatiktir.
Söz konusu mektup, Charles Darwin tarafından 3 Temmuz 1881 tarihinde W. Graham adlı bir bilim adamına yazılmıştır. Darwin, mektubun girişinde doğada bir amaç ve anlam olmadığı yönündeki klasik materyalist yalanları tekrar etmektedir. Ancak sonra konuyu doğal seleksiyon kavramına çekmekte ve doğal seleksiyonun "geri ırkları" eleyerek medeniyetin gelişmesine katkıda bulunduğunu öne sürmektedir. Darwin'in büyük bir cehaletle "geri ırk" kavramına kendince örnek olarak gösterdiği millet ise Türk Milleti'dir. Darwin aynen şöyle yazmaktadır:
"Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, TÜRKLERtarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün Avrupa'nınTÜRKLER tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde TÜRKLERE karşı kesin galibiyet elde etmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, çok sayıdaki AŞAĞI IRKLARIN medenileşmiş yüksek ırklar tarafından ELİMİNE EDİLECEĞİNİ (YOK EDİLECEĞİNİ) görüyorum."2
Üstün ırk inancı, zayıf olanın ezileceği ve yok edileceği inancı Darwin’in hezeyanlarından başka bir şey değildir. Türkler hiçbir zaman aşağı ırk olmamışlar, her daim üstünlükleriyle, şerefleriyle tarih sahnesinde yer almışlardır. Osmanlı İmparatorluğu Darwin’in hayal bile edemeyeceği bir mükemmellikle tüm cihana yetiyordu. Bugün de tüm dünya tekrar Türklerin liderliğine hazırlanıyor. Türkler değil elimine edilmek tekrar cihana yön vermeye hazırlanıyorlar. Eminim Darwin hayatta olsaydı Türkleri aşağı ırk olarak gördüğünden dolayı utanır, bu sözlerini unutturmak için elinden geleni yapardı.
1.Süleyman Kocabaş, Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar, Türkiye ve İngiltere, 1.b., İstanbul: Vatan Yayınları, 1985, s. 231
2. Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Vol. I, 1888. New York:D. Appleton and Company, s.285-286
Amerika’da yaşanan katliamlarla ilgili yazım:

İbadetlerin en üstünü Hz. Mehdi’nin zuhurunu beklemektir…


İbadetlerin en üstünü Hz. Mehdi’nin zuhurunu beklemektir…
Hz. Mehdi peygamberimizin hadislerine göre İstanbul'dan çıkacak.

Evet, peygamberimiz ibadetlerin en üstünü “Hz. Mehdi’nin zuhurunu beklemektir” diyor. “O zuhur ettiğinde her şeyinizi, varınızı, yoğunuzu, malınızı, mülkünüzü, ecdadınızı, kısaca her şeyinizi bırakıp Hz. Mehdi’ye koşun” diyor.
"Size Horasan tarafından siyah bayraklı (ordu) zuhur edecek, karda sürünerek dahi olsa onlara katılın. Çünkü O, Allah'ın halifesi Mehdidir." 1
Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.v)’den şöyle nakleder: “İbadetlerin en üstünü Mehdi (as)’nin zuhurunu beklemektedir.”  Resulullah böyle söylüyor. Yani İttihad-ı İslam’ı, Müslümanların birliğini beraberliğini, başlarına bir lider geçmesini beklemek.
İmam-ı Sadık şöyle buyurmuştur: “Kim, biz Ehl-i Beyt’in velayetiyle kurtuluşu bekler bir halde ölürse, Kâim’in (Mehdi (as)’nin) ordusunda yer alan kimse gibi olur.” 
Yani insan Mehdi’ye talebe olma niyetiyle ölür de canını Allah’a teslim ederse Mehdi’nin ordusunda yer alan kimse gibi aynı sevabı alır diyor. Niyet etmek çok önemlidir. Mehdi’yi aramak, Mehdi’yi sevmek, onun yaşadığını biliyorsa eğer ona teslim olduğunu ve ona canı gönülden bir muhabbetle sevgi duyduğunu ruhunda yaşamak. Böyle olursa aynı Mehdi ordusunda ömür boyu mücadele etmiş gibi sevap kazanır diyor Peygamberimiz.
Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden Seyyid Salih Özcan bakın Hz. Mehdi’nin geldiğinden nasıl bahsediyor:
Hz. Resulullah, “Zuhurundan önceki dönemde, gaybet döneminde” Yani görünmediği, halkın daha bilmediği, hapsedildiği yahut kendi gizlendiği dönemde diyebiliriz. “Hz. Mehdi’nin varlığının ne gibi bir faydası olacaktır?” Yani gizli, ortada yok, göremiyorsun ama varlığının ne gibi bir faydası olur diye Peygamberimiz’e soruyorlar. Resulullah şöyle diyor, ferman buyuruyor:
“Beni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki insanlar, gaybet döneminde, Mehdi’yi göremedikleri dönemde bulutların arkasında kalan Güneş’ten faydalandıkları gibi ondan -Hz. Mehdi’den- faydalanırlar.” Yani Güneş geliyor, aydınlık ama Güneş’i göremiyor. Bulutun arkasına saklanıyor. Ama yine aydınlık ortalık. O aydınlığın sebebi Mehdi zaten, diyor. Yani görmesen bile o aydınlıktan sen istifade ediyorsun, diyor. Ama çıktığında zaten görürsün, diyor Peygamberimiz.
“İmam Sadık (a.s)’dan İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Eğer İmam Mehdi (as) olmazsa Allah’a (hakkıyla) ibadet edilmez.”  diyor ahir zamanda. Yani Deccal her yeri kaplar diyor, Mehdi hakkıyla ibadete vesile olacaktır diyor.
Kaynak:
1.      (Hadîs-i Şerîf, REH No: 3707) (İmam-ı Şa'râni "Ölüm-Kıyamet-Ahiret", Hadîs No: 806, sa

İbadetlerin en üstünü Hz. Mehdi’nin zuhurunu beklemektir…


İbadetlerin en üstünü Hz. Mehdi’nin zuhurunu beklemektir…
Hz. Mehdi peygamberimizin hadislerine göre İstanbul'dan çıkacak.

Evet, peygamberimiz ibadetlerin en üstünü “Hz. Mehdi’nin zuhurunu beklemektir” diyor. “O zuhur ettiğinde her şeyinizi, varınızı, yoğunuzu, malınızı, mülkünüzü, ecdadınızı, kısaca her şeyinizi bırakıp Hz. Mehdi’ye koşun” diyor.
"Size Horasan tarafından siyah bayraklı (ordu) zuhur edecek, karda sürünerek dahi olsa onlara katılın. Çünkü O, Allah'ın halifesi Mehdidir." 1
Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.v)’den şöyle nakleder: “İbadetlerin en üstünü Mehdi (as)’nin zuhurunu beklemektedir.”  Resulullah böyle söylüyor. Yani İttihad-ı İslam’ı, Müslümanların birliğini beraberliğini, başlarına bir lider geçmesini beklemek.
İmam-ı Sadık şöyle buyurmuştur: “Kim, biz Ehl-i Beyt’in velayetiyle kurtuluşu bekler bir halde ölürse, Kâim’in (Mehdi (as)’nin) ordusunda yer alan kimse gibi olur.” 
Yani insan Mehdi’ye talebe olma niyetiyle ölür de canını Allah’a teslim ederse Mehdi’nin ordusunda yer alan kimse gibi aynı sevabı alır diyor. Niyet etmek çok önemlidir. Mehdi’yi aramak, Mehdi’yi sevmek, onun yaşadığını biliyorsa eğer ona teslim olduğunu ve ona canı gönülden bir muhabbetle sevgi duyduğunu ruhunda yaşamak. Böyle olursa aynı Mehdi ordusunda ömür boyu mücadele etmiş gibi sevap kazanır diyor Peygamberimiz.
Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden Seyyid Salih Özcan bakın Hz. Mehdi’nin geldiğinden nasıl bahsediyor:
Hz. Resulullah, “Zuhurundan önceki dönemde, gaybet döneminde” Yani görünmediği, halkın daha bilmediği, hapsedildiği yahut kendi gizlendiği dönemde diyebiliriz. “Hz. Mehdi’nin varlığının ne gibi bir faydası olacaktır?” Yani gizli, ortada yok, göremiyorsun ama varlığının ne gibi bir faydası olur diye Peygamberimiz’e soruyorlar. Resulullah şöyle diyor, ferman buyuruyor:
“Beni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki insanlar, gaybet döneminde, Mehdi’yi göremedikleri dönemde bulutların arkasında kalan Güneş’ten faydalandıkları gibi ondan -Hz. Mehdi’den- faydalanırlar.” Yani Güneş geliyor, aydınlık ama Güneş’i göremiyor. Bulutun arkasına saklanıyor. Ama yine aydınlık ortalık. O aydınlığın sebebi Mehdi zaten, diyor. Yani görmesen bile o aydınlıktan sen istifade ediyorsun, diyor. Ama çıktığında zaten görürsün, diyor Peygamberimiz.
“İmam Sadık (a.s)’dan İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Eğer İmam Mehdi (as) olmazsa Allah’a (hakkıyla) ibadet edilmez.”  diyor ahir zamanda. Yani Deccal her yeri kaplar diyor, Mehdi hakkıyla ibadete vesile olacaktır diyor.
Kaynak:
1.      (Hadîs-i Şerîf, REH No: 3707) (İmam-ı Şa'râni "Ölüm-Kıyamet-Ahiret", Hadîs No: 806, sa

Ahzab Suresi’nden ayetler açıklayalım -1


Ahzab Suresi’nden ayetler açıklayalım -1
Gözümüzün nuru, başımızın tacı Kuran.

Yobazlar diyor ki, Kuran’a el sürmeyin. Ne yapacağız Kuran’ı? Yobazlara göre alıp yukarı kaldıracağız. Yobazlara göre kadınlar da Kuran okuyamaz, çünkü eksik akıllıdırlar. İşte yıllardır insanlara empoze edilmeye çalışılan İslam bu. Oysa Kuran tüm Müslümanlara indirilmiş ve tam anlamıyla hayata geçirilmesi gereken bir kitaptır. Bir Müslüman (kadın olsun, erkek olsun) Kuran’ı ancak okuyarak, ayetleri düşünerek ve kalbine yerleştirerek hayata geçirebilir. Tüm Müslüman aleminin Kuran’ın mükemmeliğini kavraması duasıyla Ahzap Suresi’nden ayetler açıklamak istiyorum.
Ahzab Suresi, 53. ayet
Ey iman edenler (rastgele) Peygamberin evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak (kı açıklamak)tan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de daha temizdir. Allah'ın Resûlü’ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak (helal) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir günah)tır.
“Ey iman edenler (rastgele) Peygamber’in evlerine girmeyin,” Evine değil, evlerine. Birçok evi var Peygamberimiz’in küçük küçük, annelerimizin kaldığı. “yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın.” Ama demek ki bayağı yoğun bir yemek yeniyormuş orada maşaAllah. Kim bilir ne güzel yemekler vardır. Bir de yobazlar Peygamberimiz’in aç olduğunu söylüyorlar o dönemde. Hâlbuki Peygamberimiz doyduğu gibi, ümmet-i Muhammed’i de doyuruyor. Onlara da ziyafet veriyor. Peygamberimiz’in evi aş dağıtılan ev aynı zamanda, yemek yenen bir ev. Bol bol yemek yapılıyor. Bak, yemeği yiyince de dağılın,“ve söze dalmayın.” Yani boş uzun muhabbetler, boş konuşmalar, yani vakti iyi değerlendirin. Hakikaten insanların sıkıntılarından biri de budur.
Söze dalarlar boş söze, müthiş vakitlerini alır. Hâlbuki o, kıymetli olan hayatın kıymetli vakitlerini acımazsızca harcamak demektir o. Olmaz.“Gerçekten bu, peygambere eziyet vermekte” Niye? Çünkü Peygamberimiz için vakit kıymetli. Her anı kıymetli ümmetin faydası için, ümmetin menfaati için dakikayı, saniyeyi bile dikkatli kullanıyor. Onun için öyle boşa zaman kullananlar, boşa vakit harcayanlar Peygamberimiz’i rahatsız ediyor. “ve o da sizden utanmaktadır;” O da söyleyemiyor oturup yemek yemek için beklemelerini değil mi? Mesela git, gezin, faaliyet yap, çalışmalar yap. Yemek vakti geldiğinde gelebilirsin. Ama yemeğini yediğinde söze dalma, hemen faaliyete geç, çünkü vakit dar. Müslümanlar tehlike altında. “o da sizden utanmaktadır” Buradan da anlıyoruz ki Peygamberimiz utangaç.
Peygamberimizin karakterini Allah vurgulamış oluyor. “oysa Allah, hak(kı açıklamak)tan utanmaz.” Allah bir şey oldu mu rahatça söyler, inşaAllah..“Onlardan” Peygamberimiz’in hanımlarından, “bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin.” Yani kalınca büyük bir perde, Peygamberimiz’in hanımları o perdenin arka tarafında. Konuşacak kişiler perdenin arkasından onlarla konuşuyorlar. “Bu, sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de daha temizdir.” Yani vesvese olmaz. Kalbine herhangi bir sıkıntı gelmez. Rahattır. “Allah'ın Resûlü’ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız size ebedi olarak (helal) olmaz.” Yani hanımlarına yönelik Allah esirgesin evlenmeyi amaçlayan bir bakış açısı kesinlikle olmaz diyor Allah. “Onlar sizin annelerinizdir” diyor zaten. Kesinlikle vefatından sonra veyahut herhangi bir şekilde boşanmasından sonra olabilir, eşleriyle evlenmeyi hedeflemeyin diyor Cenab-ı Allah. “Çünkü böyle yapmanız, Allah Katında çok büyük (bir günah)tır.” Bu tabii ümmet için büyük ferahlık. Yani vesveseyi kalplerinden tamamen giderip atmış oluyor. Önemli bir husus. Cenab-ı Allah böylece Müslümanların kalplerini temizlemiş oluyor. 
“Ey iman edenler (rastgele) Peygamberin evlerine girmeyin,”Demek ki ziyaretin bir adabı, edebi var. İnsanların evdeki faaliyetleri, evdeki huzuru önemli. Fevkalade bir şey olmadıktan sonra gereksiz ziyaretler yakışık almaz. Ona işaret ediyor. Ama bakın, Peygamberimiz’in evinde herkese yemek dağıtılıyor. Adamlar ne diyor? “Açlıktan Peygamber karnına taş bağlıyordu” diyor. Allah da “Yemek dağıtılıyordu” diyor evinde. Ve ganimetlerin beşte biri Peygamber’in. Bu Allah’ın ayeti. Bunu da hiç yerine sayıyorlar.
Allah diyor ki; “Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” diyor, şeytandan Allah’a sığınırım. Bunu da hiç yerine sayıyorlar. Kuran’ı kenara koyma mantığı. Allah esirgesin. Hâşâ bir anlamda Kuran’ı hiçe sayıyorlar. Hep kendi kafalarında geliştirdikleri bir inanç biçimi var, hep o. Peygamber’i fakir görmek istiyor. “Kadınlardan uzak durur, ancak yaşlı, hasta kadınlarla evlenir, hayatla bağlantısı yoktur, gülmez, neşelenmez, yemez, içmez, fakirdir, hep perişandır.” Hâşâ. Böyle bir görüntü vermek istiyorlar. Ve bunu da bütün İslam âlemine de yansıtmak istiyorlar, halen de yansıtıyorlar. Bayağı da başarılı da oldular kendi kafalarına göre. Ama çirkin bir başarı tabii. 

Filistin’i kurtardık, peki ya Doğu Türkistan, Suriye, Kerkük, Bangladeş?


Filistin’i kurtardık, peki ya Doğu Türkistan, Suriye, Kerkük, Bangladeş?
Sadece Filistin'i kurtarmak yetmez, tüm dünyayı kurtarmak gerek.

Her nedense hep Filistin’in kurtuluşu gündeme geliyor, basında sürekli İsrail tarafından bombalanan, evleri yıkılan Filistin halkının görüntüleri yayınlanıyor. İnsanlarda Filistin’i kurtarma peşine düşüyorlar. Peki arka planda çok daha fazla zulme maruz kalan diğer Müslümanlar ne olacak? Onlar nasıl kurtulacak? Diyelim ki Filistin’i kurtardık, peki ya Doğu Türkistan, Suriye, Kerkük, Bangladeş Ne Olacak? Bu ülkelerde Müslümanların çektiği ızdırap daha ne kadar görmezden gelinecek?
Bakın beğenerek okuduğum yazar Meltem Arıkan sorunun çözümünü nasıl özetliyor: Günümüzde İslam dünyasının ortak hareket etmesini gerektiren ve acil çözüm bekleyen konular, dünya siyasetinin temel gündem maddeleri durumunda.
Suriye, Filistin, Keşmir, Arakan gibi siyasi sorunlar, terörizme karşı yürütülecek fikri mücadele, geri kalmışlık, fakirlik, sağlık ve eğitim, bu konuların başında geliyor. Bunlar bölgesel ya da sadece o topraklarda yaşayan halkları ilgilendiren sorunlar değil. Tüm Müslümanları doğrudan ilgilendiren, dolayısıyla çözüme kavuşturulması için İslam dünyasının dayanışmasını gerektiren sorunlar. Hiç kimse Mescid-i Aksa'da yaşananların yalnızca Filistinlileri ilgilendirdiğini, Keşmir'de zulme uğrayan sivil Müslümanların kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğini ya da İslam dünyasının herhangi bir bölgesinde açlık sınırında yaşayan çocukların o ülkenin sorunu olduğunu öne süremez. Müslümanlar inançları gereği bu durumu kabullenemezler.
Peki Müslümanlar sadece bir toprağın sadece bir ülkenin sadece bir halkın kurtuluşunu yeterli görebilirler mi? Hayır, Kuran’a göre Müslümanlar tüm dünyaya güzel ahlakın, dostluğun, arkadaşlığın, sevginin ve şefkatin yayılması için gayret etmekle mükelleftirler. Kuran-ı Kerim’de yer alan, “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar” hükmü bu sorumluluğun net beyanıdır. Dolayısıyla Filistin’le olan tarihi ve gönül bağımızın aslında Doğu Türkistan’la da, Arakan’la da, Kerkük’le de, Suriye’yle de olduğunu unutmamak gerekiyor. Filistin’de tek bir çocuğun saçının bir teli zarar gördüğünde nasıl vicdanlarımız rahatsız oluyor ve tepkimizi ortaya koyuyorsak, Doğu Türkistan’da gece yarısı evlerinden toplanıp götürülen kız çocuklarının akıbetinin ne olduğunu da aynı heyecanla takip etmemiz gerekiyor. Ne var ki çoğu Müslümanın Doğu Türkistan’daki o mazlum halkın en doğal hakları olan ibadet haklarından bile mahrum bırakıldığından haberi yok. Bayram günlerinde Kızıl Çin polisinin cami kapılarına kilit vurduğundan haberi yok. Sokak ortasında bir Uygur Türkü’nün dövülmesinin ne kadar sıradan bir olay olduğundan haberi yok. Hatta çoğu kimsenin son 60 yılda 35 milyon Uygur Türkü’nün şehit olduğundan dahi haberi yok.
Yanı başımızda Kerkük’te bir avuç Türkmen’in var olma mücadelelerinin ne kadar zor ve çetin olduğundan haberi var mı bu kimselerin?  Peki ya Patani’de halen toplama kamplarından 30 binden fazla Müslümanın esir tutulduğundan? Pakistan’da 2 milyondan fazla insanın mülteci kamplarında yaşamaya çalıştığından? Evet Filistin’i hepimizi seviyoruz ve şanlı şerefli günlerine dönsün istiyoruz. Filistin’de taş yerinden oynasa haberimiz oluyor ve burada o mazlumların sesi oluyoruz. Öyle de, Patani’nin, Doğu Türkistan’ın, Kerkük’ün sesi kim olacak? Elbette yine biz olacağız.
Bizim hedefimiz sadece Filistin’in değil tüm İslam aleminin kurtulması. Suriye kurtulsa Kerkük kan ağlamaya devam etse içimiz rahat edecek mi? Filistin kurtulsa Doğu Türkistan esareti sürse mutlu olacak mıyız? Elbette olmayacağız, bu sebeple Müslümanlar olarak hepimizin tüm İslam aleminin kurtuluşunu hedeflememiz gerekiyor. Filistin’de de Çad’da da, Suriye’de de Doğu Türkistan’da da, Patani’de de Keşmir’de de, Kerkük’te de Süleymaniye’de de çocukların neşeyle cıvıl cıvıl oldukları insanların alabildiğine özgür yaşadıkları, yokluğun fakirliğin ortadan kalktığı, dostluğun kardeşliğin hakim olduğu bir ortam istiyorsak bunu sadece tek bir ülkenin, tek bir bölgenin, tek bir halkın kurtuluşunu hedefleyerek yapamayız.
Hedefimiz tüm İslam âleminin, hatta bütün dünyanın kurtuluşu olursa, bunun için askeri, siyasi, ekonomik alanlarda ittifak edersek, bilimi, sanatı, teknolojiyi en verimli şekilde kullanırsak ve hepsinden önemlisi Allah’ın Kuran’da bildirdiği ahlakla yaşarsak bunu yapabiliriz. Ancak tüm Müslümanları tek bir çatı altında toplayacakTürk İslam Birliği’ni kurarak bunu yapabiliriz.
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)

Amerika’da yaşanan okul katliamları Darwinist eğitimden kaynaklanmıyor mu?


Amerika’da yaşanan okul katliamları Darwinist eğitimden kaynaklanmıyor mu?
Amerika'nın birçok eyaletinde halk yaşanan katliamın ardından kiliselere toplanıp dua ediyor

Geçtiğimiz günlerdeAmerika’da tüm dünyanın kanını donduran bir katliam daha yaşandı. Connecticut'taki ilkokula düzenlenen silahsaldırıda, 20'si öğrenci, 28 kişi hayatını kaybetti. Rastgele ateş açan saldırgan 20 çocuğu öldürdü. Çocuklarının yaşlarının 5 ila 10 arasında olduğu açıklandı. Şimdi Amerika, başkan Obama ile birlikte vahşice öldürülen çocukların yasını tutuyor. Amerika’da öğretmenlere silah verilmesi gündeme getiriliyor. Fakat her nedense yaşanan bu katliamların başlıca nedeninin çocuklara verilen Darwinist eğitim olduğu hiç kimsenin aklına gelmiyor.

Hepinizin bildiği gibi Amerika’nın birçok eyaletinde evrim teorisi okutuluyor, çocuklara Allah inancı yerine maymundan geldikleri, tamamen tesadüf eseri var oldukları anlatılıyor. Çocuklar evrim teorisinin “güçlü olan hayatta kalır, zayıf olan ezilir” felsefesiyle büyüyorlar. Amerikan halkının son derece materyalist ve kimi zaman oldukça acımasız olması da bu yüzden. Amerika’da sokakta açlıktan ölseniz kimsenin dönüp bir lokma ekmek vermeyeceğini herkes bilir. Gidip bir Amerikalıdan sadece 1 dolar isteyin, asla vermeyecektir. İşte böylesine katı bir materyalist sistem ülkeye hâkimdir. Dolayısıyla maymundan geldiğine inanan, karşısındakini de hayvan gibi gören birçok genç yetişmektedir. Bu gençler Allah sevgisi, Allah korkusu, maneviyat bilmeden büyümektedir.

Darwinizme körü körüne inanan gençler evrim teorisinin empoze ettiği çatışmayı da son derece makul görmektedir. Darwinizm’in terörle ilişkisini yok kabul etmek ve buna karşı duyarsız kalmak; terörü, anarşiyi yok kabul etmek ve tüm bunlara karşı duyarsız kalmak anlamına gelir. Allah’ın varlığını kabul etmeyen, toplumları savaşlara, teröre, katliamlara, dejenerasyona ve ahlaksızlığa sürükleyen Darwinizm’e karşı ilmi mücadele şarttır. Okullarda batıl Darwinizm dini ile eğitilen gençlerin yaşadığı ruhsal çöküntü, hem toplu katliamlara hem de bireysel bunalıma yol açmaktadır. Yakın tarihte birçok genç, sözde Darwinizme katkıda bulunmak ve hayali evrim sürecini hızlandırmak adı altında zayıf ve güçsüz gördüğü diğer öğrencileri katlettiği tüyler ürpertici olaylara imza atmıştır. Basına da yansıyan olayarın örneklerinden biri de Finlandiya’da yaşanan öğrenci katliamıdır.

7 Kasım 2007 tarihinde Finlandiya’daki Jokela Lisesi’ne devam eden Eric Auvinen isimli öğrenci, 9 öğrenciyi öldürdükten sonra intihar etti. Auvinen, yaptığı bu kanlı eylemi, bir videoda şu şekilde açıklıyordu:

"Ben sadece doğal seleksiyona inanan bir anarşistim. İnsanlar doğal seleksiyonu tekrar uygulamaya sokmalı. Hayvanlar bu şekilde yaşıyor, insanlar da neden öyle yaşamasın ki, bizler de nihayet sadece hayvanlarız. Biz insanlar yeryüzündeki en kötü hayvanlarız... Bu yüzden [doğal seleksiyon] olmalı. Ne kadar erken olursa o kadar iyi... Kanun, sadece güçlü olanın fikridir... Bu yüzden hayatınızın kontrolünü ele almalı ve anarşist olmalısınız... Güçlü olanlar hayatta kalırken, zayıf olanlar ölmeliler. Bu, güçlü olanın hayatta kalmasıdır, doğal seleksiyondur. Hayvanlar sürekli olarak ölürler. Bir köpeği, başka bir köpek öldüğü için ağlarken görmezsiniz. İnsanlar da ölürler. Tepki, aynı şekilde olmalıdır. Bu sadece doğal bir şeyden ibarettir, büyük veya önemli bir şey değildir. Kanun da yargılayıcı da benim. Benim üzerimde hiç bir otorite yok. Amacım için savaşmaya ve ölmeye hazırım. Doğal Seleksiyoncu olarak yeterli görmediğim, insanlığın yüzkaralarını, doğal seleksiyonun başarısızlıkları olan herkesi elimine edeceğim... ben farklıyım, bir adım daha evrimleştim. "(Pecca-Eric Auvinen’e ait “My Philosopy” isimli video)

Genç beyinlerin Darwinizmin sapkın öğretileriyle donatılması, bu örneklerdeki gibi çok kanlı, çok acımasız sonuçlar doğmasına vesile olmaktadır. Batıl Darwinizm dininin telkinlerine maruz kalan genç beyinleri bu kanlı felsefenin sonuçlarından korumanın tek yolu ise, anti-Darwinist, anti-materyalist eğitimdir. Unutmamak gerekir ki, tek taraflı Darwinist eğitimin dünyaya getirdikleri yalnızca savaşlar, çatışmalar, zulüm, katliam, açlık, sefalet ve terör olmuştur. Evrim teorisi, 19. yüzyılın köhne, bilim dışı hikâyelerinden ibarettir. Evrimi sanki bilimsel bir gerçekmiş gibi gençlere öğretmenin bir manası yoktur. Gençlere evrimle ilgili verilmesi gereken bilgi, günümüz bilimsel delil ve bulgularının evrimin yalan olduğunu ispatladığıdır. Okullarda, insanların bir zamanlar Güneş'i Dünya'nın etrafında dönüyor sanmaları, dünyanın düz olduğuna inanmaları, dünyanın öküzlerin boynuzlarında taşındığını düşünmeleri nasıl büyü birer tarihi yanılgı olarak anlatılıyorsa, evrim de öyle anlatılmalıdır. Çünkü evrim tıpkı bunlar gibi, hatta bunlar da daha akıl dışı bir masaldır. Dahası evrim, diğerlerinin aksine cehaletten doğmamış, bilinçli, kasıtlı şekilde insanları Allah inancından uzaklaştırmak amacıyla geliştirilmiştir, bir aldatmacadır.

Sonuç olarak Amerika’da ya da diğer ülkelerde okulları silahlarla donatmak, geniş çaplı güvenlik önlemleri almak, öğretmenleri silahlandırmak bir çözüm değildir. Darwinist kafayla yetişen bir insan ne yapıp edip kafasına koyduğunu yapacak ve terör eylemini gerçekleştirecektir. Asıl yapılması gereken o çocukları Allah sevgisiyle, Allah inancıyla, maneviyatla yetiştirmek ve topluma kazandırmaktır. Allah’tan korkan, dindar bir insanın eline silah alıp bunu bir çocuğa doğrultmayacağı açıktır. Ama daha kendini yaratanı tanımayan, karşısındakini bir hayvan olarak gören, sadece bu ideolojiyle materyalist zihniyetle yetiştirilen bir gençten her türlü katliam yapması beklenebilir. Asıl buna hiç şaşırmamak gerekir. Bu gençleri daha okul safhasında dinle, maneviyatla, Allah sevgisiyle eğitmeliyiz ki, bunun sonucunda gerçekten sevgi dolu, şefkatli, merhametli, acıma duygusu olan, insanları koruyup kollayan bireyler yetişsin. O zaman tüm ülkeyi silahlandırarak bir korku diktatörlüğü kurmaya gerek kalmaz, sorun kökten halledilmiş olur.